‘Sayfa’nın ‘Ekran’la Nafile Dansı: Kitap Yayıncılığının Kederli Sonbaharı
“Derin nefes alıyorum, göğsüm kabarıyor. ‘Yayına geçmek’, ateş emri vermek kadar güzel. Barikatlarda, pervazların arasına yaslanmış bir tüfek namlusu.”
(Jules Vallès, 19. yüzyıl Fransız sosyalist gazetecisi)
Kitap yayıncılığının kışına daha var, ama sonbaharı da uzak değil, hatta sonbaharının ilk günlerine girmiş olduğumuzu, yapraklarının en ufak bir esintide yerleri dolduracak kadar incelip zayıflaştığını söyleyebiliriz. Tabii, yayıncılıkta ‘yaz bitti’ rüzgârının sebepleri çok, özellikle 1995’lerden beri ‘yükselen bir dalga’ halinde seyrettiği varsayılan Türkiye’deki kitap yayıncılığındaki ‘köpüğün dağılması’nın tahribatını anlamak için de çeşitli etkenler üzerinde uzun uzun durmayı hak ediyor; nitekim bu yazı, selüloz kâğıda harf ve şekil basılı sayfalardan müteşekkil ‘kitap metaı’nın, ‘cari ve yaygın ticari değeri’nin gün geçtikçe biraz daha azalmasının sebeplerine kafa yormak amacıyla yazılıyor.
Değişen, Okuma Teknolojisi
Severek tercüme ettiğim kitaplardan Televizyon: Öldüren Eğlence’de (Ayrıntı, 2. basım, 2004) Neil Postman, “yalnızca basit sözü anlatmak için değil, aynı zamanda belli bir kültürün insanlarının birbirlerine mesaj iletmelerini sağlayan bütün tekniklerle teknolojilere gönderme yapmak” amacıyla da ‘konuşma’ terimi üzerinde durur ve devamla, “bütün kültürün bir konuşma olduğu”nu vurgular. Daha sonra da ‘konuşma’ vasıtasıyla karşılıklı ve çoklu süreçlerle iletilen mesajlar etrafında bir kültürün nasıl şekillendiğine -ve eskisinin yerini alan yeni çağlar boyunca bu meselenin nasıl daha bir çatallanıp budaklandığına daha etraflıca eğilir.
Fakat kültürün tarihsel dönemlerinde ‘teknoloji’nin, sonsuz dizide ‘konuşmalar’ zemininde şekillenen ‘vasıta’nın özünü, kapsamını ve derinliğini ayrıca belirlediğine de özel olarak dikkat çeker. (Burada ‘vasıta’ derken, bu sözcüğün McLuhan’ın ünlü “medium is the message” [mesaj, araçtır] şeklindeki aforizmik sözünde ve ayrıca, bilgisayar teknolojisi ve dilinin gelişmesiyle kullanılmaya başlanan ‘ortam’ anlamında ‘medium’un yüklendiği anlamları birleştirdiğini varsayıyorum.) Postman’ın bu bağlamda verdiği en tipik örnek, duman işaretlerinin ilkel teknolojisidir: “Amerika Kızılderililerinin bir zamanlar duman işaretleriyle gönderdikleri mesajların tam içeriğini bilemesem de, bu işaretlerle felsefi bir tartışma yapılmadığını rahatlıkla tahmin edebilirim. Zira duman halkaları, varoluşun niteliğiyle ilgili fikirleri yansıtabilecek karmaşıklıkta değildir” (Postman, a.g.y., s. 15).
Bu minvalde, günümüzün ‘konuşmaları’nın -gün geçtikçe daha ağırlıklı olarak yapıldığı ‘vasıta’nın (screen: ekran, perde) muazzam derecede göz alıcı, hem sade hem korkunç çapraşık, bir nevi dipsiz kuyu olduğunu söyleyebiliriz. Bugün gerçekten de hayatımızı her yönden kuşatan bir ‘screen’ tasallutu altındayız: en başta televizyon, sonra sinema, epeyidir bilgisayar, arkasından cep telefonu, nihayetinde i-phone, ve bu ‘ortam’ların ara -ve gelecekteki sonsuz türevleri.
Hepsi, yanıp sönen, açılıp kapanan, tıklanıp ses veren ‘ekran’larıyla hayatımızın en ufak deliklerinden içeri sızıyorlar. Gerçi biz, her şeye ve her koşula alışan, zaten alabildiğine karmaşık bir devrinde bu ‘screen’i de kendisi yaratan ve üreten bir canlı çeşidi olarak ‘insan türü’, bu tasallutu kolayca atlatırız, hem en alt perdeden hem de görkemli uzlaşmalarla ‘ekran’ı hayatımıza sindirir, onu benimser, dahası yüceltir, bir de göklere çıkarırız. Ya sayfa (page)?
Böyle kabataslak bir girizgâh yapmamın sebebi, aslında yaklaşık iki yıldır Semih Gümüş’ün (hakkını teslim etmek gerekirse, makale ayarındaki yazılarla bu konuya eğilen edebi sima olarak bir tek onun) değişik yayın organlarında okuduğum, son zamanlarda da Radikal Kitap’ta yayıncılık üzerine kaleme aldığı ve her biri ayrı (asıl kime olduğunu tam çıkaramadığımız: yayın dünyasına mı, okurlara mı, ülkenin kültürel-siyasal zihniyetine mi, dünyanın gidişatına mı?) sitem seliyle dolu olan yazılarında -göremediği veya görüyor olsa bile yorumlarının odağına oturtmadığına halka: çağın okuma teknolojisinin değişmesi.
Gündelik Hayatın Yeni Ritmi
Kitaplar üzerinden konuşmanın, hayat değiştiren romanların, bizzat hayatını roman kahramanlarıyla sürekli bir karşılıklı hasbıhal şeklinde yaşayan kitapinsanların mazinin sisleri ardında kaybolmaları gibi, dizüstü bilgisayarın, cep telefonunun, messenger’ın hayatımızı değiştirdiği günler bile geride kaldı: Açık ki, Türkiye’de 25 Eylül 2008 gece yarısı satışına başlanan yeni nesil iPhone 3G için, İstanbul’da meraklılarının Kanyon’daki ve Bağdat Caddesi’ndeki mağaza önlerinde uzun kuyruklar oluşturmaları ve sabaha dek açık kalan mağazalarda yüzlerce iPhone satılması (bkz. Radikal, 27 Eylül 2008) sadece ‘gecelik bir fantezi’ olarak kalmayacak. Başka bir devrin, ‘bilgi ile mesaj arasındaki insanın icat ettiği yordam’ın, fikirleri aktarmaya yarayan ‘mecra’ların başka bir yolunda yürüyor çünkü, Blackberry’nin ardından i-phone gibi geliştirilen cihazlar!
Geçmişin ünlü gerillası, şimdinin Fransız Sağı’nın gözbebeği Sarkozy’nin danışmanı Régis Debray, New Left Review’un Türkiye-2007 seçkisinde yayınlanmış olan “Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü” başlıklı ufuk açıcı makalesinde, sıraladıklarının yanına kitabı da dahil ettiği “aklın, gazetenin ve siyasal partilerin çağı”nı, 1448’den 1968’e, Gutenberg devriminden televizyonun icadı arasındaki tarihsel döneme yerleştirir: Bu dönemde “görüntü yazıya bağımlıdır”; “sosyalizm, boynunda matbaacı etiketiyle doğmuştur”. Hem, bir ustabaşı olan Pierre Bruno’ya göre, “19. yüzyılda işçi sınıfının üç beklentisi vardır: cehaletle mücadele etmek, yoksullukla savaşmak, birbirine yardım etmek”. 1968’den bugüne uzanan (ve belli ki i-phone kuyruklarından daha başka sulara da yelken açmaya namzet) sonraki dönemse, “kitabın artık kaide olmaktan çıktığı” bir devirdir; yani, “‘görünür olan’ın, daha önceki devirlere ait Tanrı, Tarih, Gelişim gibi ‘görünür olmayan şeyler’ karşısında üstünlük sağladığı” bir devirdir.
Böyle bir devre ait olan şimdiki zamanda, diyelim M.S. Kasım 2008 ayında kitapların toplam cirosunun şu kadar milyon dolar olması, hâlâ yasal ve korsan tirajı 100 bini aşan kitaplar yazılıp satılabilmesi, her hafta iki-üç yayınevinin birden sektöre eklenmesi, ay başına 1000’e yakın yeni kitabın piyasaya sunulması, meçhul veya meşhur kişilerin banyoda aynaya baktıktan sonra salona kendi kendine mırıldanıp söylenerek dönüşlerinin bile “Lavabodan Salona Kendi Kendime Mırıldandıklarım ve Söylendiklerim” adıyla kitap olarak yayınlanma şansının çok yüksek oluşu gibi veriler, belki rakamsal tartışmalarda bir süre daha ‘kitap sektörü savunucuları’nın elini güçlendiren bir etken olabilir, belki bir ‘pastırma yazı’nın mayıştırıcı sıcaklığında işler nasılsa düzelir izlenimi doğurabilir, fakat pratikte, çıplak gözle görülen şey, kış mevsiminin bir daha kaybolmamacasına yaklaştığını haber veren şu olgunun değişmeyeceğidir: Bizimki gibi, ‘her öğrenciye bir bilgisayar’ sloganının eğitimde en yaygın hedef haline getirildiği ülkeler dahil bütün dünyada, yeni ilkokul ve ortaokul nesli öğrencilerin nezdinde -ve de kalbindekitap, artık dışarlıklı, zahiri bir nesnedir.
Halihazırda Marksist edebiyat kuramcılarının en yetkinlerinden sayılan Franco Moretti, ‘okur’u ‘merkez’den çıkaran, ‘özne’ olmaktan ve ‘aktif, kurucu’ rol oynamaya devam etmekten alıkoyan bu olguya, dergimizin bu sayısındaki “Romanın Tarihi ve Roman Teorisi” adlı makalesinde televizyona atıfla işaret etmiştir: “Televizyon bütün gün açık bırakıldıkça ve her fırsatla ona göz atıldıkça, okurun bir fail olması mümkün değildir” (abç).
Zaten sinema-bilgisayar-cep telefonu-iphone silsilesinin
‘basılı kitap’ karşısındaki ‘yıkıcı’ etkisini burada aramak gerekir: Gündelik
hayatın -değişen ritmi içindeki yerinde. Etrafınızda muhakkak birkaç tane
vardır; en adanmış ve vefalı kitap okurunda, lakabını hak edecek kitap
kurtlarında bile, şu ‘yapısal’ değişikliklerin kalıcı izlerini görebilirsiniz:
a) Gündelik yaşama düzeninde ‘kitaptan okuma vakti ve
edimi’nin kapladığı alan bir nebze olsun artmamış, ama mutlaka, azıcık dahi
olsa, genellikle de kayda değer ölçüde
azalmıştır;
b) bu yaşama düzeni içerisinde, diyelim bir aylık ya da
yıllık ölçekte, ‘kitap okuma’ya ayrılan toplam
zaman eksilmiştir;
c) kitap okunan bu toplam yıllık süre içerisinde de okumaya hasredilen günlük blok süre düşmüştür; okumaya dalınan bu zaman dilimi mutlaka küçüklü büyüklü müdahalelerle bölünmekte, parçalanmakta, kesintiye uğramakta, böylece yoğunlaşıp derin sonuçlar çıkarma kapasitesini daraltmakta, hatta okuru okumaktan vazgeçirmektedir.
En önemlisi, yaşantının görünümündeki bu manzara değişikliği geriye dönüşlü, kitap okuma kampanyalarıyla, gazetelerin, kurumların kitap dağıtmalarıyla falan tersine çevrilebilir bir süreç değildir; söz konusu ölçekler daha da azalma eğilimi göstermekte, ama zinhar artmamaktadır. ‘Ben kitabı elimde tutmadan okumanın tadına varamam’, ‘kâğıttaki o matbaa kokusunu muhakkak hissetmek ve içime çekmek isterim’ benzeri dilekler, şu fani dünyada birer hoş serzeniş olarak kalmaya mahkûmdur.
Herhalde bu değişimin nasıl bir nitel dönüşüme tekabül edeceğinin gözümüze sokulmuş hali, o eski tabirle ‘kaynama noktası’, New York Times’ın yıllarca önce ilan ettiği ‘artık kâğıt gazete çıkarmama’ kararının bir dalga halinde uygulamaya konması olacaktır. (Yaygınca söylendiği gibi, dünyanın bütün gazetelerinin harıl harıl eski onyıllardaki sayılarını tarayıp bilgisayar ortamına aktarma işleminin tamamlandığı ve o andan itibaren internette bütün gazetelerin paralı olacağı bir noktaya -çok da uzak olmayan bir vakitte muhakkak geleceğiz.)
Hatta daha şimdiden, hayatını bir ‘beyaz yakalı düzeni’nde bilgisayar başında geçiren çoğumuz açısından, bu sabah veya öğlene doğru gazeteyi açtığımızda okuduğumuz haberlerin çoğunu biz daha 12-24 saat önce internetten okumuş, öğrenmiş, üzerinde hasbıhal etmiş, hatta ateşli ateşli tartışıp geride bırakmış olduğumuz ayan beyan bir gerçektir.
İşte, bunu perçinleyen teknolojik gelişme de, i-phone türevi
ürünlerin, bugünkü cep telefonu fiyatına inmiş haldeki ve gazete ve kitap
okumaktan fotoğraf çekip film seyretmeye en uygun optimum ebatındaki yaygın satışıyla, gündelik hayatın ritmini kati
bir şekilde başka bir kanala akıtması olacaktır.
Okur-Yazar Kitapçılardan, Kitap-Marketlere
Şu yaşlı gezegenimizde her an her şey olabilir elbette. Olan
şeyler geçmişe doğru bir ‘çağ değişimi’ izlenimi de uyandırabilir: Bir vakit
evvel Cumhuriyet gazetesinin nasıl
kemikleşip taşlaşan bir okur kitlesine sahip olduğu, ancak tek tek okurlarının
cismen ölümleriyle beraber gazetenin kendisinin de tarihe karışıp yok olacağı
öngörüsünde bulunuluyordu, mesela. Fakat gün geldi, gazetenin başeditörü İlhan
Selçuk, onca ‘solcu’ geçmişine binaen MHP’nin memleket hayrına erdemli tarafını
keşfetti, bununla kifayet etmedi, Ziverbey’deki işkencecilerini affetti,
ardından Ergenekon piyangosu kendisine ve diğer bir mühim yazarının başına
kondu, bir müddet arayla ikisi de bir sabah erkenden gözaltına alınınca
‘demokrasi havarisi’ bile ilan edildiler ve tiraj 3040 binlerden ansızın 200
binlere fırlayıverdi.
İşte, yayıncılıkta da buna benzer geriye dönüşlerin ve ‘hayırlı yükselişler’in mutlaka gerçekleşeceğini umut edenler olabilir; mümkündür. Zaten bu kadar ümitli ‘müteşebbisler’ olmasa, ‘gerçek bir talebin’ var olup olmadığına bakmadan bu kadar çok sayıda yeni yayınevi ‘arz edilmesi’nin bir izahı da yapılamaz. Herhalde her yeni gelenin bir bildiği vardır, diye geçiştirelim şimdilik (kaldı ki bugünlerde ‘kitap satışı cirosu’nda da ‘ulusalcı’ menşeli köşe yazarlarının döktürdükleri, emekli büyükelçilerin anıları, paşa ve yaver günlükleri, albay analizleri, mafya biyografileri, vb. hayli yekün tutuyor).
Ama vitrinler nasıl aldatıcı bir rol oynarsa oynasın,
yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi, bu yeni heveskâr arkadaşların
‘bildikleri’ni, ‘zihinsel dokuları’ çok büyük ölçekte ve neredeyse sadece ‘screen’le işlenen genç beyinlerin, en
azından öngörülebilir bir on, yirmi, otuz yılda (sonrası bizi aşar!) idrak
etmeleri bence asla mümkün olmayacaktır.
Zorlama günlerde yaşıyoruz, vesselam. Ofiste tekdüze bir rutin, mütemadiyen bir debelenme hali: Bir yayıncı-editör olarak beğendiğin kitabın yayın hakkını satın al, yazar ve çevirmenlerle görüş, kitabı hazırla, redakte et, mizanpaj yaptır, aydinger al, kuryeyi çağırıp matbaaya gönder, bastır, ciltlet, piyasaya çıkar, satmaya çalış, satama depoya tık, hesapları topla çarp, telefonu hırsla kapat, altı-sekiz aylık çeki içine sindir, iade kolisi getiren kargocuya surat ekşit, yüz liralık alacak için küfretmeden konuşmaya çabalayıp, otuz liralık telefon et, gene parayı alamayınca içinden bütün depoyu ateşe vermek gelsin, kazara o arada telefon eden yazarına, çevirmenine kem küm edip şirinlik tasla, akşam olunca da git, meyhanede derdine yan. Bu halin tarifi de, Timur Selçuk’un şarkısındaki “ekonomi tıkırında” nakaratı gibi, ‘yayıncılığımız emin adımlarla büyüyor’ olsun!
Diyelim, öyle; bir büyüme var! Büyüklük reel boyutta olsa bile, küçük bir yayıncı, butik bir yayınevi, sol bir yayıncı, hatta kendi dağıtım kanalı ve perakende mağazası bulunmayan orta halli bir yayınevi olarak kitabınızı nerede, hangi ‘mağaza’da satacaksınız?
Bir kere, Yayıncılar Birliği ve başka kurumların
istatistiklerinde göze çarptığı üzere, bugün Türkiye’de yasal kitap
satışlarının yüzde 50’sinden fazlası artık zincir mağazalar denen
kitap-marketlerde gerçekleşiyor. Böylesi ‘gayri şahsi’ alışveriş birimlerinde
verimli bir okur-kitapçı bağının kurulması tamamen tarihe karışmış durumda.
Kaldı ki, bu mağazaların sahipleri aynı zamanda ve çoğunlukla aynı adla
yayınevi sahibi de olduklarından, vitrinleri ve raflarında önemli ölçüde kendi
kitaplarını, ya da alenen daha kârlı iş yaptıkları yayınevlerini kollamayı
uyanıklık sayıyorlar.
Bunların dışında, raf zenginliği ve alan büyüklüğü bakımından zengin bir stoğa sahip olan bağımsız kitabevlerinin sayısı artık ülke çapında iki elin parmaklarını geçmiyor. Yeni kitapların kitapçı vitrinlerinin ön kısmında teşhir edilme devresi çok kısaldığı gibi, daha bir ay dolmadan iadeye maruz kalıyor. Ortalığı, aşırı ihtiyaç fazlası denecek sayıda çok yeni yayıncı ve yazar adayı doldurdu – başka bir ifadeyle, Adam Smith’in “kötü para iyi parayı kovar” sözündeki gibi, kötü kitap iyi kitabı kovdu. Kitapçılarda çalışanların çok büyük kısmı iyi okuryazar değil. Taşra kitapçılarının çoğu (hükümetin ders kitaplarını kendi kontrolüne almasıyla) tasfiye oldu, ve saire.
Böyle bir noktaya da bir günde gelinmedi elbette –onun hikâyesi ayrı. Şu günlerde içinde debelenmeye başladığımız küresel krizin daha ilk adımda yayıncıları kâğıt fiyatlarıyla vuran darbesiniyse mevzu bahis dahi etmiyorum. Bütün bu karamsar tabloda sadece iki yeni olgu var (internet satışlarının telafi edici etkisi ve dijital baskı teknolojisinin asgari maliyetlere kısmi katkısı), fakat bunların soluğunun kalıcı bir ferahlama sağlaması da ihtimal dahilinde görünmüyor. Keza, yurt dışında Amazon’un ve diğer büyük kitap sitelerinin PDF olarak ‘dijital kopya satışı’na geçmeleri de okumanın değişen teknolojisine uygun. (‘Close reading’ diye bir şey varsa, bu ülkede bunun hakkını en çok verenlerden biri olduğuna inandığım bir yakın arkadaşım, çoktan PDF dosyalardan okumanın tutkunu olmuş durumda.)
Keza, benzer bir sevinci, Franco Moretti’nin şu sözlerinde de saptamak mümkün: “Birkaç yıl içinde hepimiz, şimdiye değin yayınlanmış olan bütün romanları dijital ortamda arayıp bulabilecek ve milyarlarca cümle arasında kalıplara bakabilecek durumda olacağız. Şahsen ben, bir forma dahil olan ile niceliksel olan şeylerle bu şekilde karşılaşma imkânından büyülenmiş haldeyim.”
‘Kitabın Sonu’: Hayırsız Bir Veda
Neil Postman’ın andığım kitabındaki enteresan bir saptamasıyla, nasıl ‘yazı’ya ilk darbeyi indiren, ilk akla geleceği üzere televizyon değil de, cümleyi kıran, daraltan, yapısını bozan şifreleriyle ‘telgraf’ olmuşsa, yazının kâğıt üzerindeki saltanatının nihayetine yaklaşmış haldeyiz. Değil mi ki, yukarıda anlattıklarım -kanaatimce tarihsel değişim içerisinde gerçek bir yere oturuyor, öyleyse bu olgunun nesnelliğini teslim etmek de bir mecburiyet. O yüzden, fazla dertlenmeye de gerek yok denebilir. Halbuki mesele bu kadar basit değil.
Bu daralmanın, kitabın ‘zihinsel ufuktan çekilişi’nin, yayıncı olarak değil ama solcu, sosyalist olarak asıl kederli yönü, komünizmi dahi -bir yorum kertesinde“kitabi bir buluş” sayan Régis Debray’nin yukarıda zikrettiğim makalesinde belirttiği üzere, “kitap kültürü ve yazılı sözle uzun bir tanışıklığı bulunan sosyalizm”in retorik gücünün zayıflamasına da tekabül etmesidir.
Onca deneyimin ve bilhassa kendi ülkemizdeki ‘silahlı mücadele’nin bir değerlendirmesini ayrıyeten yapmak kaydıyla, artık esasen ve baştan aşağı bir ‘fikir hareketi’ olarak kavramamız gereken sosyalizmin, ilk kıvılcımını ‘işlek beyin’de çaktıran ‘okumaya dayalı’ veya ‘görerek okumaya dayalı’ avadanlığının, büyük ağırlıkla ilk edimi ‘bakma duyusu’yla hissetme olan, en fazla ‘bakarak okuma’ya dayalı ‘yeni görsel kültür’ karşısında dezavantajlı bir konuma düşmesi.
Netice olarak, “matbaa kültürü yerini kitle kültürüne bırakırken”, tarihin her döneminde hep cehalet-karşıtı ‘bir azınlık edimi’ olarak kalmış ‘kitap okuma’ faaliyeti, birkaç on yıl içinde çağına elveda demeye hazırlanıyor. Kitap yayıncılığı halihazırda, bulundurma ve antika değerini muhafaza etmek kaydıyla, ‘doğal ölümü’nü görüyor.
Umalım ki, ‘satılan’ kâğıda-basılı-kitabın vedası görkemine yaraşır mağrurlukta gerçekleşsin! Bu yazının son dileği de, şu satırları on, yirmi veya otuz yıl erken kaleme almış olmam olsun.
Mesele Kitap Dergisi, Sayı: 24, Aralık 2008
Yorumlar
Yorum Gönder